İyi bir gözlemci olan Mehmet Âkif, Edirne halkını hayattan bir beklentisi kalmamış, yorgun, yılgın olarak görmüştür. Memleketin dâhilinde bütün halk, topraklarını işleyemez; verimsiz topraklar, ürünsüz günler içinde amaçsız bir yaprak gibi savrulup gitmektedir.
Aynı durum Adana ve çevresinde de Mehmet Âkif’in karşısına çıkar. Hatta Mısır ve Arabistan’da da benzer manzaralar, belki daha kötüleri Mehmet Âkif’i karşılar. İnsanları okumaktan, bilgiden, sanattan uzak; hayatla mücadelelerinde yenilgiyi peşin peşin kabul etmiş, yoksulluk içinde boğulmuş bulur. İnsanların adeta kıllarını kıpırdatacak kudretleri kalmamıştır.
Mehmet Âkif’in hayalini kurduğu halk, toplum, bu değildir. Çünkü o kendini çocukluk yıllarından itibaren en özel şekilde yetiştirip topluma, insanlığa yararlı bir birey olmak için bilemektedir. Onun muhatapları da öyle olmalıydı. Gördükleri onu hayal kırıklığına uğratır.
Bu hisleri ilerde şiirlerinde en çok önem verdiği temalarının başına koyacaktır. Batı’nın aydınlığı, çalışkanlığını buna karşılık Doğu’nun (M. Âkif doğu yerine daha çok Şark ifadesini kullanmaktadır.) tembelliğini, medeniyetin başkenti olan bir toplumun her geçen gün kan kaybederek ne hallere geldiğini şiirlerinde üzülerek, kırgınlıklarla haykıracaktır.
Mehmet Âkif’in içinde bulunduğu bu atmosfer birilerinin halkı yüreklendirmesini icap ettirmektedir. Öyle ki böyle zamanlarda kitleleri cesaretlendirenler, o milletin liderleri konumuna geçer. Mehmet Âkif bu ulvi vazifeyi sezmiş ve durumdan vazife çıkararak halkı bilinçlendirme hareketlerinin adeta öncüsü olmuştur.
Daha sonra değineceğimiz gibi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’inde, Kastamonu’da Mısır’da ve İstanbul’da vereceği vaazlar tüm Müslüman ve Türkler için tutunacak bir dal, takip edilecek bir yol olarak milletin sinesinde yer etmeye başlamıştır.